Tekke Cami, ya da bilinen diğer ismiyle Nakşibendi mescidi, 1826 yılında Yeniçeri Ocağı’nın kapatılmasından sonraki süreçte yapılmıştır. Cami, Hacı Bektaş Veli Dergahı’nın 2. Avlusunda Aş Evi’nin bitişiğinde yer almaktadır. Bir başka ifadeyle, Tekke Cami, Altılar Kapısı’nın sağ tarafında Kiler Evi’nin hemen karşısındadır. Caminin herhangi bir kitabesi bulunmamasına rağmen Osmanlı belgelerinden anlaşıldığı üzere yapımının tamamlanıp, ibadete açıldığı tarih 1834 yılıdır.
II. Mahmut tarafından Yeniçeri Ocağı’nın kapatılmasından sonra Meydan Evi’nde Alevi- Bektaşi erkânına göre yapılan ibadetlere son verilmesi ve Nakşibendi terbiyesi verilmesi amacıyla hemen akabinde cami inşasına başlanılmasına karar verilmiştir. Caminin inşasına 1826 yılında başlanmış ve yaklaşık 9 yıl kadar sürdükten sonra cami ibadete açılmıştır. Tekke Cami’nin bulunduğu yerde daha önceleri dergâha ait herhangi bir mimari yapının olmadığı, buranın Yeniçeriler için sefere çıkmadan önce toplanma yeri olduğu bilgisi vardır. ( Caminin olduğu yere “Ak Cennet” denilirmiş. Yeniçeriler, burada yüzlerini Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin yatırına doğru dönerek gülbank çeker, sefere öyle çıkarlarmış.)
Tekke Cami açıldıktan kısa bir süre sonra tekkeye, Nakşi usulünün idamesi için Nakşi şeyhlerinden Kayserili Mehmed Said Efendi atanır. Bunun üzerine Kırşehir’e gelen Said Efendi, şehrin girişinde Mehmed Nebi Baba tarafından karşılanarak tekkeye götürülüp görevine başlar. Mehmed Said Efendi’nin tekkede ifa edeceği vazife Hacı Bektaş Veli’nin medfun olduğu tekke ve kasabanın Bektaşîlerden temizlenmesi olup, bu görev dairesinde tekkenin eski “şeyh-i bâtılları” def edilerek meşihatı kendisine verilmiştir. Bununla birlikte Said Efendi tekkede Nakşi ayini yaptıracak, tekke vakfının tevliyetini yürüterek gelirlerini tahsil edecekti. Ayrıca vakıf gelirleriyle tekkenin ve misafirlerinin ihtiyaçlarını karşılayacak, ayrıca irşad faaliyetinde bulunarak tekkedeki dervişlere dini ilimlerin öğretilmesine çalışacaktı. Böylece merkez tekkedeki tarikat faaliyetlerinin yanı sıra her türlü ekonomik tasarruflar da Nakşi şeyhine havale edilip tekke her yönüyle Nakşi denetimine sokulmaya başlanır. Bu arada tekkede Nakşi şeyhlerle birlikte yer alan ancak herhangi bir işe karıştırılmayan türbedarların mevcudiyetleri devam eder.
Bektaşilik, 1826 yılında yasaklandıktan sonra Bektaşiler devamlı kontrol altında tutulmaya ve böylece Sünnileştirilmeye çalışılmıştır. Osmanlı, bunun en kolay yolunu Bektaşi tekke ve türbelerine başka tarikatlardan şeyh tayin etmekte görmüştür. Hacı Bektaş Veli tekkesine gönderilen Nakşi şeyhler beklenilen başarıyı elde edemedikleri gibi devamlı surette huzursuzluğa yol açmışlar ve hükümeti meşgul etmişlerdir. Bu durum Şeyh Yahya Efendi’nin şeyhliği döneminde en üst noktaya çıkmıştır. Bektaşiler hükümetten “Nakşi şeyh” uygulamasına son vermesini istemiştir. Şeyh Yahya Efendi tekkede kendisini Bektaşilerin istemediğinin farkındadır. Bu itibarla belki de dervişlerle iyi geçinmek ve onlarla problem yaşamamak gayesiyle Nakşi ayini konusunda esnek davranmıştır. Ancak zamanla dervişlerle arası açıldığında bu durum aleyhine bir koz olarak kullanılmış, dervişler onu görevini yapmamakla suçlamıştır. Sonuçta, Hacı Bektaş Veli tekkesinde Nakşi şeyhlerle Bektaşi dervişleri arasında yaşanan kavgaları sonlandırmak amacıyla Osmanlı Hükümeti Sırrı Paşa’yı görevlendirmiştir. Temmuz 1885 tarihinde tekkeye gelen Sırrı Paşa, Şeyh Yahya Efendi ile Bektaşileri barıştırmış, böylece geçici bir çözüm getirmiştir. Bununla birlikte, Bektaşiler Nakşi şeyh uygulamasına son verdirmek için amaçlarından vazgeçmemişlerdir. Bütün tekke ve zaviyelerin kapatıldığı 1925 yılına kadar sürdürülen “Nakşi şeyh” uygulaması, Osmanlı hükümetinin Bektaşileri denetim altında tutma konusunda beklenilen başarıyı sağlayamamıştır. Nakşi şeyhler çoğunlukla tekkenin dışarısında oturmak ve Cuma günleri tekkeyi ziyarete gelenlere namaz kıldırmaktan öte bir şey yapamamışlardır.
Nakşiler, 90 yıl kadar Hacıbektaş Dergahı’nda yaşamışlardır. Dergâhta Nakşi şeyhlerin varlığı 1834 yılından itibaren görülmeye başlamış olup, 1925 yılında dergâhın kapatılmasıyla birlikte sona ermiştir. Hacı Bektaş Veli Dergahı’na gelen Nakşi şeyhlerin zamanla Bektaşi öğretisinden etkilenerek Bektaşi oldukları ve bu durumu Osmanlı Hükümeti’nden gizledikleri bilgileri de mevcuttur. Dergahın 1925 yılında kapatılmasından yakın zaman önce onarım çalışmaları yapması için buraya gönderilen Mimar Arif Hikmet Koyunoğlu ile dergahın son Dedebabası Salih Niyazi Dedebaba arasında bu görüşü destekleyen bir konuşma geçmiştir. Aynen aktaracak olursak;
Mimar, sofrada gördüğü sarıklı bir hocanın burada ne aradığını sorar. Salih Niyâzi Dedebaba şu açıklamayı yapar:
“- Biliyorsunuz ki Alevilik – Bektaşilik birçok saldırıya uğramıştır. Çeşitli yüzyıllarda tutucular Alevilik – Bektaşiliği ortadan kaldırmak istemişlerdi. Fakat aşk ve imândan doğan tarikatın adamlarının kalbi, bir râbıta ile yekdiğerini severler ve tutarlardı. Alevilik-Bektaşiliğe vurulan en önemli darbe II. Mahmud zamanındadır. Biliyorsunuz ki Yeniçeri’ler Bektâşî idi. Onlar kaldırılırken bizim tekkemizdeki bütün babalar ve dervîşân da kısmen nefyedilmiş ve birçokları katledilmişti. Yalnız Sultan Mahmud, büyük bir Veli olan Hazret-i Bektâş’a hürmeten, bu tekkeyi ikbaa etmişti. Gördüğünüz bu câmi, o zaman inşa olunmuştu. Teşkilâtımızdan ibâdet ve Âyîn babası olan Meydan evi babasını kaldırmışlardı ve bir fermân ile bu câmi’e bir Nakşbend şeyhi koymuşlardı.
… Gördüğünüz hoca da bu câmi’in müezzinidir. Ara sıra bizimle yemek yer.”
Salih Niyâzî Dedebaba sözlerine devamla şöyle şöylüyor:“— Doğrusunu söylemek lâzım gelirse bu Nakşibendi şeyhlerinden birçoğu bize nasihat verirlerken kendileri Bektâşî oldular. İşte İstanbul’daki İsmet Molla bunun güzel bir misâlidir. Sultan Mahmud fermanı üzerine Merdivenköyü’ndeki tekkenin görevli şeyhi iken o da Bektaşi oldu, çıktı.”
Tekke Caminin mimarisinden bahsedecek olursak;
Caminin üç kemerli revak bölümü Aş Evi önündeki kemerli revak bölümü ile aynı hat üzerinde yer almaktadır. Üç kemerli revak kısmında yer alan iki sütun devşirme malzemedendir. Kemerlerin altı Son cemaat yeridir ve bu bölümde camiye giriş kapısı bulunmaktadır. Kapı, orijinal olmayıp, ahşaptan yapılmıştır. Kapının üst sövesi kesme renkli taş ve mermerden oluşturulmuş olup, kenar kısımları yine mermerdendir. Kapı üzerinde herhangi bir kitabe bulunmamaktadır. Cami kapısının yönü, diğer camilerde genelde kıble istikametinin tersi yönünde kuzey yönünde olurken burada batı yönündedir ve avluya bakmaktadır. Kapının her iki yanında batıya bakan yönde birer küçük pencere vardır. Caminin alt bölümünde kuzey yönünde iki, doğu yönünde de iki küçük pencere olmak üzere altı pencere; üst bölümünde ise doğu-batı-kuzey-güney yönlerinde olmak üzere birer tane küçük pencere daha bulunmaktadır.
Cami, kâgir bir yapı olup, özellikle son cemaat bölümünün olduğu ön cephede dolgu taşların kesme taşlarla birlikte kullanıldığı görülür. Üst bölümde dışta kesme taşlar kullanılarak kubbe kısmı meydana getirilmiştir. Harimi örten kubbe, dıştan sekiz köşelidir ve üzeri kurşun ile kaplıdır. Kubbenin ortasında madeni bir alem bulunmaktadır. Alemin tepelik kısmı hilal biçiminde yapılmıştır ve kıbleye bakmaktadır. Cami minaresinin külah kısmı da kurşun ile kaplıdır ve aleminin tepelik kısmı yine hilal biçimindedir. Ancak, alemin yönü yanlışlıktan olsa gerek kıbleye bakmamaktadır.
Caminin kuzeybatı köşesinde bir çıkıntı duvarına oturtulmuş taştan küçük bir minaresi bulunur. Minarenin kaidesi ve küpü yoktur. Bu minarenin gövdesi farisili denilen köşeli olarak başlamış ve sonra yuvarlak olarak şerefe altına kadar yükseltilmiştir. Onarımların başladığı zaman minarede geniş ölçüde arıza görüldüğünden, rölevesi yapılarak yıkılmış ve yerine bölge taşından yeni malzeme ile minare tekrar kurulmuştur. Minare yokken, basamaklardan çıkıldığında sol tarafta ezan okuma yerinin olduğu buradaki taş çıkıntılarından belli olmaktadır. Minarenin şerefesinin alt kısmı sade taş silme şeklindedir. Minarenin gövde ve petek yapısında demir kenet sistemi bulunmuş ve yenisi de buna göre yapılmıştır. Minareye çıkış, dıştan taş merdiven yardımı ile sağlanmaktadır. Minare kapısına varmadan sol üst köşede kabartma bir motif yer alır. Caminin kuzey duvarında zamanla açılmalar görülmüş olması sebebiyle bu kısmın dışına üç tane payanda ayağı kurulmuştur. Ayrıca doğu tarafına da bir payanda ayağı daha yapılmıştır. Caminin ibadet edilen, namaz kılınan Harim bölümü dört köşe planlıdır. Köşelerde kemer tonoz şeklinde tromplar yapılarak, kubbe sekizgen bir tambur (kasnak) üzerine oturtulmuştur.
Bütün bir kubbeyi çevreleyen tamburların birleştiği yerlerin ortasında madalyon içerisinde Arapça yazılar mevcuttur. Kubbenin sekizgen tamburunun birleştiği noktalarda sekiz tane madalyon yer alır. Mihrabın sağındaki madalyonda Allah, soldaki madalyonda Hz. Muhammed’in ismi yazılıdır. Diğer madalyonlarda ise; Dört Halifenin isimleri; Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ile Hz. Ali’nin oğulları; Hz. Hüseyin ve Hz. Hasan’ın isimleri yazmaktadır. Caminin içten ve dıştan sekiz köşeli olmasının nedeni bundan dolayıdır.
Harim; kadınlar ve erkekler bölümü olmak üzere iki bölümden oluşur. Kadınlar için ayrılan bölüm, ahşaptan yapılmıştır ve buraya bir merdiven yardımı ile çıkılmaktadır. Caminin mihrabı, duvarın ortasında oyuk şeklindedir ve ahşabı sonradan yapılmıştır. Mihrabın mukarnas tarzı üç bölmeli süslemesi vardır. mihrabın üstünde; hat sanatında Arapça “Küllemâ dehale aleyhâ Zekeriyyal Mihrabe” (Anlamı; “Zekeriyya bulunduğu mihrâba her yönel,..” hat yazısı, bu yazının da üzerinde Arapça Besmele hat yazısı yazılıdır. Mihrabın sağında kapıya yakın yerde yine ahşaptan yapılmış ve imamın cemaate hitap edebilmesi için merdiven yardımıyla sağlanmış hafifçe yüksek Minberi görülür. Minber sadece Cuma günleri ve bayram günleri hutbe okumak için kullanılır. Mihrabın solunda da Vaaz kürsüsü yer alır. Orijinal Vaaz kürsüsü, doğu tarafta cami kapısının tam karşısındadır. Vaaz kürsüsü, duvarda oyuk yapılarak meydana getirilmiş olup, süslemesi mihrap ile oldukça benzerlik göstermektedir.
Kubbede yer alan süslemeler oldukça sadedir ve süslemelerde özellikle mavi ve turkuaz renkler hakimdir. Kubbenin tam ortasında yer alan süslemenin etrafında Arapça Fatiha Suresi’nin yedi ayeti yazılıdır.