Hayatı ve Öğretisi
QR Code

Bir resimde bağdaş kurmuş oturuyor Hacı Bektaş Veli.

Evi gibi yeryüzü.

Bir bulut düşürmüş başını duruyor. Onunla gidip gelen.

Uzakta belli belirsiz.

Beyaz, uzun kavuğu. Demek ki güneş var.

Kucağına almış bir ceylanı, bir aslanı. Duruyorlar. Üç kişiler.

Hayvanları mı severdi Hacı Bektaş Veli? Bilmiyoruz.

Ama açıktı hep evinin kapısı.

Çizgili mintanı. Yalın. Düz. Ta bileklerine değin uzuyor,

Uzayıp orda kalıyor.

Yüzü?  Uzun yüzü.  Sakallı,  virdi okur gibi de önüne bakıyor.

Delik değil kulağı ve halkasız.

Yanında yeryüzü: Ağaçlar, sular, gök.

Her sabah okuduğu.

Hacı Bektaş Veli, Türkistan’da Horasan’ın Nişabur şehrinde doğmuştur. Bir görüşe göre, 1248-1337 yılları arasında yaşamıştır. UNESCO tarafından da kabul edilen bir başka görüşe göre de 1209-1271 yılları arasında yaşadığı kabul edilmektedir. 691 (1292) tarihli bir vakfiye kaydında Hacı Bektaş Veli’den “merhum” diye bahsedildiğine göre bu tarihten önce muhtemelen 669’da (1271) Hakka yürümüştür.

“2021 yılının UNESCO tarafından tüm dünyada Hacı Bektaş Veli’nin Vefatı’nın 750 yılı olarak anılmasına karar verilmişir.”

Vilayetname’ye göre Hacı Bektaş Veli, İmam Musa Kazım’ın neslinden gelen ve İbrahim-i Sâni diye bilinen Seyyid Muhammed’in oğludur. Annesi, Hatem Hatun’dur. Hacı Bektaş Veli’nin soyunu göstermek amacıyla hazırlanan farklı kaynaklarda yer alan soy kütüklerinin tamamında ve Vilayetname’de Hacı Bektaş Veli’nin, Hz. Ali’nin soyundan geldiği belirtilmektedir. Ayrıca Vilayetname’de Hacı Bektaş Veli’nin doğumu, Horasan’daki çocukluk evresi, Ahmet Yesevi ile ilişkisi ve Anadolu’ya gelişi de anlatılmaktadır.

Eğitimini ve manevi terbiyesini Horasan’da tamamladığı anlaşılan Hacı Bektaş Veli, 25-30 veya 40’lı yaşlarında, kardeşi Menteş’le Anadolu’ya, Babai isyanının önderi Baba İlyas” ile görüşmek için gelen Horasan erenlerindendir.  Vilayetname’de, Horasan’dan yola çıkan Hacı Bektaş Veli’nin Anadolu’ya gelmeden önce Necef, Mekke, Medine, Kudüs, Halep, Elbistan, Kayseri gibi yerleri gezdiği, erbainler (40 günlük çile) çıkardığı ve Mekke’de üç yıl kaldığı yazmaktadır.

Vilayetnamesinde Hacı Bektaş Veli kendi ağzından şöyle tanıtılıyor: “Horasan erenlerindenim. Aslım Muhammed soyundan; Türkistan’dan geliyorum; İbrahim al-Sânî, diye tanınan Seyyid Muhammedin oğluyum. Seyyid Muhammed, Mûsâ el-Sâni’nin, O, İbrahim Mucâb oğludur, onun babası da İmam Musa el-Kazım’dır. Mürşidim doksan dokuz bin Türkistan Pirlerinin ulusu Sultan Hâce Ahmed-i Yesevî’dir. Meşrebim, Muhammed Ali’dendir, nasibim Tanrı’dan.”

Hacı Bektaş Veli’nin, yolculuğunu tamamlayarak kardeşi Menteş ile Anadolu’ya gelişini Osmanlı tarihçilerinden Baba İlyâs-ı Horasânî’nin soyuna mensup sûfî bir tarihçi olan Âşıkpaşazâde, Tevârîh-i Âl-i Osmân” adlı eserinde şöyle anlatıyor: “Hacı Bektaş Horasan’dan gelmişti. Menteş adında bir kardeşi vardı. Beraber kalkıp geldiler. Doğru Sivas’a oradan da Baba İlyas’a geldiler. Kırşehir’e vardılar ve oradan da Kayseri’ye geldiler. Kardeşi Menteş, Kayseri’den yine Sivas’a vardı. Onu orada şehit ettiler. Hacı Bektaş Kayseri’den Karayol’a (Karaöyük) geldi. Mezarı şimdi oradadır.”

Aşık Paşazade, Hacı Bektaş’ın Sulucakarahöyük’e yerleştikten sonraki yaşamıyla ilgili olarak da şu bilgilere yer vermektedir: “Rum’a gelen dört grup insan vardır. Biri Gaziyân-ı Rum ( Anadolu Gazileri), biri Ahiyan-i Rum (Anadolu Ahileri), biri Abdâlân-ı Rum (Anadolu Abdalları) ve birisi de Bacıyân-ı Rum ( Anadolu Bacıları). Hacı Bektaş Sultan bunların içinde Bacıyân-ı Rum’u tercih etti ki o da Hatun Ana’dır. Onu kız edindi, keşiflerini ve kerametlerini ona gösterdi ve ona teslim etti. Kendisi Allah’ın rahmetine vardı.”

Hacı Bektaş Veli’nin nişan göstermesi ve Anadolu Erenleri ile tanışması sahnesi. Solda postta oturan Hacı Bektaş Veli. Sağda postta oturan Ahi Evran Veli
(Tablo, Hacıbektaş Müzesi Meydan Evi Bölümünde sergilenmektedir.)

Sulucakarahöyük’te Kadıncık Ana tarafından misafir edilen Hacı Bektaş Veli, burada yaşamaya başlamıştır. Hacı Bektaş Veli, burada olduğu müddetçe otuz altı bin mürid, üç yüz altmış halife yetiştirmiş ve yetiştirdiği halifeleri, müridleri Anadolu ve Rumeli’nin farklı muhitlerine göndererek, irşat faaliyetlerinde bulunmuştur. Sarı Saltık, Sarı İsmail, Cemal Seyyid, Kolu Açık Hacım Sultan, Baba Resul, Pir Ali Sultan, Barak Baba, Baba Mansur, Geyikli Baba, Samut Baba, Karaca Ahmet Sultan, Güvenç Abdal, Hızır Samit en önemli halifeleridir. Özellikle Rumeli bölgesine gönderilen dervişlerin, fethedilen yerlerde kendi tekkelerini açarak, oraların İslamlaştırılması ve Türk yurdu yapılmasında aktif rol oynadıkları kabul edilmektedir.

XIII. yüzyılın ikinci yarısında Hakka yürüyen Hacı Bektaş Veli’nin, vasiyeti üzerine öğretisine Kadıncık Ana sahip çıkmıştır. Kadıncık Ana ve yetiştirdiği müritleri, Hacı Bektaş Veli’nin öğretisini yaşatmışlar ve yaymışlardır.

Hacı Bektaş’ın, Babai ayaklanması zamanında Anadolu’da yaşadığı ve bu ayaklanmanın lideri konumunda olan Baba İlyas-i Horasani ile ilişkisi olduğu konusunda bütün kaynaklar hemfikirdir. Yalnız, ayaklanmaya katılıp katılmadığı konusunda ise farklı görüşler ileri sürülmüştür. Hacı Bektaş Veli hakkında bilgi veren en eski yazılı kaynak, XIV. yüzyılın ünlü sûfîlerinden Elvan Çelebi’nin “Menâkıbü’l-kudsiyye” adlı menkıbevi aile tarihidir.

Hacı Bektaş Veli’nin şeyhi olup 1239 veya 1240 yılında Selçuklu yönetimine karşı Babai İsyanı diye bilinen büyük sosyal hareketi gerçekleştiren Vefai şeyhi Baba İlyâs-ı Horasânî’nin torunu olan Elvan Çelebi, eserinde Hacı Bektaş Veli’den kısaca bahsetmesine rağmen çok önemli ipuçları verir. Elvan Çelebi, eserinde Hacı Bektaş Veli’yi dedesinin halifelerinden biri olarak gösterir. Fakat ayaklanmanın en azından son devresine, katılmadığını belirtir. Ahmet Eflaki de, Hacı Bektaş Veli’nin, Baba Resül’ün has halifelerinden olduğunu yazmaktadır. Hacı Bektaş Veli hakkında ikinci kaynak, Ahmed Eflâkî tarafından kaleme alınan “Menâḳıbü’l-ʿârifîn” adlı Farsça eserdir. Bu eserde Hacı Bektaş Veli hakkında kısa bir pasaj vardır. Bu pasaj, hem onun sufi kimliğini hem de öteki kaynakları kontrol etme bakımından büyük değer taşır.

Gül alırlar gül satarlar
Gülden terazi tutarlar
Gülü gül ile tartarlar
Çarşı pazar güldür gül

XIV. yüzyıla ait bu iki kaynaktan sonra kronolojik olarak sırayı, Hacı Bektaş Veli adına düzenlenmiş olup, XV. yüzyılın son çeyreği içinde kaleme alındığı kesin gibi görünen “Menâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektaş Veli” adlı eser alır. Eser, XV. yüzyılın son çeyreği içinde yazıya geçirilmiş olmakla beraber içerdiği bilgiler şüphesiz, Hacı Bektaş Veli’nin yaşadığı dönemden itibaren mensuplarının arasında ağızdan ağıza dolaşarak XV. yüzyıla intikal etmiştir. Lâmii Çelebi’nin Nefehât Tercümesinde de üç dört cümleyi geçmeyen ifadeleri Hacı Bektaş Veli’nin mistik şahsiyeti hakkında dikkate değer kayıtlar barındırmaktadır.

Daha çok “Vilâyetnâme-i Hacı Bektaş” veya sadece Vilâyetnâme” diye bilinen eserin önemi ise Hacı Bektaş Veli’nin tarihi şahsiyetini tespit etmeye yarayacak çok önemli veriler bulundurmasının yanı sıra Bektaşilik ve Alevilikte bugün de mevcut olan inançların çoğunun kaynağını oluşturmasından ileri gelmektedir. Dolayısıyla Vilâyetnâme, Aleviler-Bektaşilerce yarı kutsal niteliği olan bir kitaptır. Ayrıca Hacı Bektaş Veli’yi, Ahmed Yesevi geleneğine bağlayan önemli metinleri içinde barındıran eser, Hacı Bektaş Veli’nin şahsiyeti ve Bektaşiliğin tarihçesi bakımından tarihi gerçeklerle menkıbelerin birbirine karıştığı değerli bir kaynaktır.

Hacı Bektaş Veli’nin tarihi şahsiyeti ve Anadolu’ya gelmeden önceki hayatı hakkında Vilâyetnâme’de yer alan menkıbevi bilgiler dışında kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Ancak onun “Horasan Erenleri” diye bilinen Kalenderiyye akımına mensup sûfilerden biri, dolayısıyla Horasan Melâmetiyye mektebinden olduğu yönünde bilgiler bulunmaktadır. Bu sebeple XIII. yüzyılda Cengiz istilası sebebiyle Anadolu’ya yapılan derviş göçleri arasında, aynı okula mensup Yesevi veya daha kuvvetli bir ihtimalle Haydari dervişlerinden biri olarak Anadolu’ya gelmiş olmalıdır.

Hacı Bektaş Veli, Asya’da iken Yesevilik-Haydarilik kolu içerisindedir. Anadolu’ya bir Kalenderi-Haydari dervişi olarak gelir. Anadolu’da Melameti-Kalenderi bir nitelik gösterir. Bu akımlar giderek Vefailik içerisinde yer alırlar. Hacı Bektaş da bu aşamada Vefailiğin içerisindedir. Vefailiği, Anadolu’da Baba İlyas ve Babailer temsil ederler. Hacı Bektaş’ta Vefailiğin 1230’lardan itibaren dönüştüğü Babailik içerisinde yerini alır. 1240’larda Vefailik yerine Babailiğin darbe alması sonucu zayıflaması üzerine Haydarilik giderek gücünü artırır. XIV. yüzyılda Hacı Bektaş dergahı artık bir Haydari merkezidir. Bektaşiliğin Yesevilik’ten değil ama Yeseviliğin bir kolu olan Haydarilik’ten doğduğunu bu tarikatlar arasındaki organik bağ ortaya koyar.

Burada bugüne kadar gözden kaçan önemli bir nokta, benzeri bütün Türkmen şeyhleri gibi muhtemelen Hacı Bektaş Veli’nin de kendine bağlı bir Türkmen aşiretiyle birlikte Anadolu’ya gelmiş olduğudur. Çünkü genellikle bu aşiretler başlarındaki şeyhin adıyla anılırdı. Nitekim Osmanlı tahrir defterlerine dayalı yeni bir araştırma, Hacı Bektaş Veli’ye bağlı geniş bir Bektaşlı oymağının mevcut olduğunu ortaya koymuştur.

Hacı Bektaş Veli, muhtemelen aşiretiyle birlikte Anadolu’da yeni bir sûfi çevreye intisap etmiş olmalıdır. Bu çevre, onun içinden geldiği Yesevilik ve Haydariliğe çok benzeyen ve XIII. yüzyılda Anadolu’da önce ünlü Türkmen şeyhi Dede Garkın, sonra da onun halifesi Baba İlyâs-ı Horasânî tarafından temsil edilen Vefâîlik tarikatı çevresi olabilir. Nitekim Aşıkpaşazâde’nin kaydından, Hacı Bektaş Veli ve kardeşi Menteş’in Baba İlyâs-ı Horasânî’ye intisap ettikleri, Elvan Çelebi ve Eflâkî’nin ifadelerinden de Hacı Bektaş’ın halifelik makamına kadar yükseldiği anlaşılmaktadır.

“Hacı Bektaş Veli, “Yesevilik-Vefailik-Haydarilik” üçgenini birbirine bağlayan kilit taşı durumundadır. Bu üç etken Anadolu coğrafyasında siyasal, toplumsal ve düşünsel koşulların da yardımıyla Bektaşiliği oluştururlar. Hacı Bektaş Veli bu belirtilen etkenlerin, coğrafyasının ve tarihsel koşulların ürünüdür.”

Hacı Bektaş’ın kardeşi Menteş’in 1239’da başlayan Babai İsyanı’na katıldığı ve Sivas’ta Selçuklu kuvvetleriyle yapılan muharebede öldürüldüğü, Hacı Bektaş Veli’nin ise ya tasvip etmediğinden veya başka bir sebeple bu isyana katılmadığı hem Elvan Çelebi’den hem de Âşıkpaşazâde’den yazdıklarından öğrenilmektedir. Âşıkpaşazâde’ye göre Hacı Bektaş Veli, daha sonra Sulucakarahöyük’te (bugünkü Hacıbektaş) ortaya çıkmıştır. Bu ortaya çıkışın Anadolu’nun Moğol hakimiyeti altına girmesinden, yani yaklaşık 1250’lerden sonra olduğu tahmin edilebilir.

Hacı Bektaş Veli, Vilâyetnâme’den anlaşıldığı kadarıyla o zamanlar yarı göçebe Çepni oymağına mensup bir kolun (muhtemelen kendine bağlı Bektaşlı kolunun) yaşadığı bir yer olduğu için bu küçük Türkmen köyünü (Hacıbektaş) tercih etmiş olmalıdır. Muhtemel bir diğer sebep de Babai İsyanı’ndan sonra Selçuklu merkezi yönetiminin gayri Sünni (heterodoks) Türkmenlere karşı takip ettiği politika sonucu olabildiğince gözden uzak bir yerde bulunma arzusudur. Vilâyetnâme’ye göre Sulucakarahöyük’te tıpkı şeyhi Baba İlyas’ınkine benzer bir hayat tarzı süren, zaman zaman bugün bir ziyaret yeri olan yakındaki bir mağarada (Çilehane-Deliklitaş) inzivaya çekilen, zaman zaman da köyün hayvanlarını otlatmak gibi oymağının günlük işleriyle uğraşan Hacı Bektaş Veli’nin, asıl tarihi rolü Sulucakarahöyük’te (Hacıbektaş) başlamaktadır.

Pir Evi

Hacı Bektaş Veli’nin Sulucakarahöyük’teki hayatı artık sadece Vilâyetnâme’den takip edilebilir. Vilâyetnâme Hünkârı, Baba Resul diye meşhur Baba İlyâs-ı Horasânî’ye değil Ahmed Yesevi’ye bağlar ve doğrudan onun halifesi olarak takdim eder. Halbuki Hacı Bektaş Veli’nin Ahmed Yesevî’nin ölümünden en az bir yarım asır sonra dünyaya geldiği muhakkaktır. Bununla birlikte Vilâyetnâme’de Hacı Bektaş’ın halifelerinden bahseden kısımda Baba Resul’ün (veya Resul Baba) adına rastlanması, Hacı Bektaş’la Baba Resul arasındaki halifelik ilişkisinin büsbütün unutulmadığını göstermektedir.

Vilayetname’ye göre; Hacı Bektaş Veli’nin, Ahmet Yesevi tarafından Anadolu’ya gönderildiği şu şekilde aktarılmaktadır: “Hz. Peygamber’e verilen ve ondan Hz. Ali yoluyla Ahmet Yesevi’ye ulaşan; Elif-i taç, hırka, çerağ, sofra, alem (sancak) ve seccade gibi emanetler şeyhi tarafından Hacı Bektaş Veli’ye verilip, ” Müjdeler olsun ki! kutbü’l-aktablık senindir; kırk yıl hükmün vardır. Şimdiye dek bizimdi, bundan sonra senindir. Biz bu yokluk yurdunda çok eğlenmeyiz, ahirete gideriz. Var, seni Rum’a saldık, Sulucakarahöyük’ü sana yurt verdik, Rum Abdallarına seni baş tayin ettik.”

Hacı Bektaş Velî’nin faaliyetleri, gerek kendisinin yaşadığı dönemin sosyal şartlarının gerek kaynakların verdiği bilgilerin tahlilinin, gerekse Bektaşilik ve Aleviliğin klasik tarihinin tabii bir gereği olarak İslam fıkhının sıkı kurallarıyla sınırlandırılan Sünni bir anlayışı değil, Horasan Melâmetiyyesi’nin kuru zühd karşıtı cezbeci karakteriyle karışık gayri Sünni bir yorumunu yansıtmaktaydı. Bu yorum, muhtemelen, Türkmenler arasında hala kuvvetle yaşamakta olan eski İslam öncesi dini-mistik inançlarla karışık bir anlayışı barındırıyordu. Bu anlayış, tasavvufun yapısından kaynaklanan geniş bir hoşgörüye dayanmakla beraber, aynı zamanda insanları birdenbire kendi kültür çevrelerinden koparıp ürkmelerine sebebiyet vermeden eski inançlarını da kendi içerisinde değerlendiren bağdaştırmacı bir anlayıştı. Hacı Bektaş Veli’nin bu yönteminin Anadolu’nun müslüman ve gayrimüslim toplumları arasında önemli bir yakınlaşma ortamının doğmasına yol açtığı söylenebilir. Nitekim bölge Hristiyanlarının da Hacı Bektaş Veli’ye büyük bir yakınlık duyduğu ve kendisini Aziz Charalambos adıyla takdis ettikleri yönünde bilgiler de mevcuttur.

Bektaşilik’ten başka hiçbir tarikatın piri bu derece muazzam bir kültün, güçlü bir imanın ve kutsallığın konusu olmamıştır. Hemen hiçbir tarikatın piri Hacı Bektaş Veli’nin Bektaşilik’teki yeriyle karşılaştırılamaz. Tarihi Hacı Bektaş Veli’nin, menkıbevi Hacı Bektaş Veli’ye dönüşerek böyle bir kutsallık kazanması ve bir iman konusu olması durumunun nasıl meydana geldiği ve hangi sürecin ürünü olduğu ve bu sürecin nasıl gerçekleştiği gibi önemli soruların cevabı, Antalya-Elmalı yakınındaki Tekkeköy’de bulunan türbesinde defnedilmiş olan “Abdal Musa”da düğümlenmektedir.

Abdal Musa

XIV. yüzyılda Hacı Bektaş Veli’nin Sulucakarahöyük’teki tekkesinde yetişen Abdal Musa, Hacı Bektaş Veli kültünün yayılmasında büyük bir rol oynamıştır. İncelemelerden ve daha sonraki araştırmalardan çıkan sonuca göre yaşadığı dönemde pek tanınmayan bu mütevazı Türkmen şeyhini, gerek hayatta iken gerekse ölümünden kendi zamanına kadar geçen süre içinde üretilen menkıbeler aracılığıyla yeni kurulmakta olan Osmanlı Beyliği başta olmak üzere bütün Orta ve Batı Anadolu’da tanıtarak adeta tekrar hayata kavuşturan Abdal Musa olmuştur. XIV. yüzyılın ilk çeyreğinden sonra Hacı Bektaş Veli Tekkesi’nin şeyhi olan Abdal Musa, beraberindeki bir kısım Haydari dervişiyle birlikte yeni kurulmakta olan Osmanlı Beyliği topraklarına gitmiş, orada Orhan Gazi’nin hizmetine girerek fetihlere katılmıştır.

“Abdal Musa, deyişlerinde Rum Diyarı olarak bilinen Anadolu’ya Horasan bölgesinden binlerce insanın ışık saçmak için geldiğini yazar ve Anadolu’da da bu düşüncede olan “Işık İnsanlarından” söz eder.

Doksan altı bin Horasan Pirleri

Elli yedi bin Rum Erenleri

Cümlesinin serfirazı serveri

Pirim Hacı Bektaş Veli değil mi?

Abdal Musa’nın yukardaki dörtlüğü gösteriyor ki, Anadolu’daki aydınlanma süreci salt Horasan’dan gelen Pirlerin değil Anadolu topraklarının yerleşik halkı olan ve Işık İnsanları olarak bilinen Rum Erenleri’nin de gayretleriyle başlamıştır.”

Fakat onun gerçekleştirdiği asıl büyük iş, birlikte savaştığı Osmanlı gazilerine Hacı Bektaş Veli’nin menkıbelerini anlatarak onu tanıtması olmuştur. Osmanlı gazileri aracılığıyla Hacı Bektaş Veli’yi tanıyan Osmanlı sultanları Yeniçeri Ocağı’nı kurarken gaziler arasında yaygın olan güçlü kült sebebiyle ocağı Hacı Bektaş Veli Dergahı’nı bağlamışlardır. Böylece Hacı Bektaş Veli’nin hatırası Osmanlı topraklarında giderek gelişmek suretiyle büyüyüp ünlenmiştir. XVI. yüzyılın başlarına gelindiğinde ise Balım Sultan, Bektaşilik tarikatını Hacı Bektaş Veli’nin adına bugün bilinen şekliyle kurmuş ve son şeklini vermiştir.

“Hacı Bektaş Veli, Sulucakarahöyük’te hoşgörü, insan sevgisi ve toplumsal eşitliği temel alan felsefesini yaymış ve bu felsefenin tüm insanlığa ulaştırılmasının sağlandığı bir ana merkez olarak Hacı Bektaş Veli Dergâhı’nı oluşturmuştur. Hacı Bektaş Veli, Sulucakarahöyük’teki dergahında asıl gerçekleri yaşama geçirmeye büyük özen göstermiştir. Horasan’dan Anadolu’ya geldiğinde aynı düşünceyi savunan insanlarla karşılaşmış, onların önderleri olan Rum Abdallarıyla sıcak ilişkiler kurup kendi öğretisini (Bektaşilik) biçimlendirmeye başlamıştır.”

Büyük Türk düşünürü Hacı Bektaş Veli’nin de içinde bulunduğu Horasan Erenleri, Anadolu’da yaşayan Hıristiyan gruplar ile Türkmen grupları, eğitim ve imar faaliyetleriyle aynı kültür potasında yoğurmuş, Anadolu’nun kültürel bütünlüğünün oluşmasında ve merkezi otoritenin oluşumunda hayati bir rol oynamışlardır. Göç yoluyla Anadolu’ya gelen dervişler, buralarda dergah ve zaviyeler kurmuşlardır. Zamanla kurdukları bu kurumlar kültür, imar ve din merkezleri haline gelmiştir. Bu dervişlerin köylere yerleşerek toprak işletmeleri ve eğitim ile ilgilenmeleri yöneticiler tarafından da desteklenmiştir. Anadolu’nun en ücra köşelerinde dahi zaviyeler açılmış ve verilen eğitim sayesinde ortak bir kültürel doku oluşmaya başlamıştır. Bununla birlikte, Alevi-Bektaşilik öğretisi, Eski Anadolu, Pagan, Yunan, Helen, Suriye ve Mezopotamya kültür, inanç ve düşüncelerinden de etkilenmiştir.

Hacı Bektaş Veli’nin Anadolu’ya geldiği tarihlerde Anadolu, bir yandan Moğol istilası altında ezilirken bir yandan da büyük bir siyasi ve ekonomik buhran ile beraber taht kavgalarına sahne olur. Böyle bir ortamda Sulucakarahöyük’e yerleşen Hacı Bektaş Veli, Sulucakarahöyük‘te öz Türkçeyi kullanarak,  kendisinin geliştirmiş olduğu “Evren-Tanrı-İnsan Sevgisi”ne dayanan inanç sisteminde, “hoşgörü”yü, “insan sevgisi”ni ve “toplumsal eşitliği” temel alan felsefesini yaymış ve dervişler yetiştirmeye başlamıştır. Hacı Bektaş Veli’nin hoşgörü ve insan sevgisine dayalı düşünce sistemi kısa bir sürede, Hıristiyanlığın büyük bir merkezi durumundaki “Kapadokya”da geniş halk yığınlarına ulaşmış ve benimsenmiş; Anadolu geneline yayıldığı gibi Balkanlara kadar ulaşmıştır.

“Alevilik ve Bektaşilikte iki önemli makam vardır. Bu makamlardan biri mürşit makamı diğeri pirlik makamıdır. Mürşitlik makamı Hz. Ali; Pirlik makamı ise Hacı Bektaş Veli tarafından temsil edilir.”

Hacı Bektaş Veli, “Bektaşiliğin olduğu kadar Yeniçeri Ocağı’nın da Piri”dir. Yeniçeriler’e  “Hacı Bektaş oğulları” da denilirdi. III. Selim, yönetiminin ikinci yılında Yeniçeriler’in bağlılık ve cesaretlerini dilerken onlara “Hacı Bektaş köçekleri” diye seslenmiştir. Yeniçeriler, birliklerine üye olarak kaydedilirken, ayrıca onlara Hacı Bektaş Veli yoluna iman ve bağlılık yemini ettirilirdi. Yeniçerilere Bektaşilik felsefesi kazandırılmaya çalışılır, biçimsel bağlılıktan kurtarılmaya özen gösterilirdi. Bu durum Yeniçerilik-Bektaşilik ilişkisinin başından beri kurulduğunun Hz. Ali-Oniki İmam bağlılığının inanca temel kılınarak Bektaşilik yoluyla Yeniçeriler’e kazandırılmaya çalışıldığının kanıtıdır.

Bektaşiler, İslam dinini her seviyede kişinin anlayabileceği tarzda ve Türkçe olarak izah etmekteydiler. Halk arasında yetiştiklerinden onların psikolojisini herkesten iyi bilmekteydiler. Anadolu’daki Türkmenlerin İslamiyet’i benimsemesinde önemli rol oynadıkları gibi Osmanlı ordusunun fetihlerine paralel olarak Bektaşilik, fethedilen topraklarda da gelişmekteydi. Bektaşiliğin fetih topraklarında yayılmasının nedeni Yeniçeri-Bektaşi ilişkisi ve buralardaki halkın yerel inançlarını zorlamaksızın etkilemiş olmalarıydı. Böylece Osmanlı sultanlarının hizmetine girerek Anadolu ve Rumeli’deki halkı İslamiyet’e yöneltme hususunda önemli bir sosyal fonksiyon üstlenmekteydiler.

Hacı Bektaş Veli’nin düşünce sisteminden yola çıkarak kurulan Bektaşiliğin öncelikli hedefi, temelini “sevgi”nin oluşturduğu “Evren-Tanrı-İnsan” birliğini kavramaktır. Hacı Bektaş Veli’ye göre, İnsan bir sevgi varlığıdır, tanrısal niteliklerle donatılmıştır. Başarının ilk aşaması kişinin kendisini tanıması ve sevmesidir; çünkü insan kendisinde tanrısal bir öz taşır ve kendisini seven insan, Tanrıyı da sever. İnsan yaşadığı ortamda bağımsız bir varlıktır. Onun görevi alçakgönüllü davranmak, özünü arındırmak, olgunlaşmak, gösterişten uzak durmak ve içini tanrı sevgisiyle doldurmaktır. İnsani bedenler amaç için sadece birer araçtır. Bu nedenle insanları kadın-erkek diye ayırmak, ya da sosyal konumlarına veya ırklarına bakarak küçük görmek yapılabilecek en büyük yanlıştır. Kadın-erkek tüm insanlar eşittir. Aradan geçen bunca zamana karşın Hacı Bektaş Veli’nin düşünceleri hala geçerliliğini korumakta ve insanlığın yolunu aydınlatmaya devam etmektedir.

“Hacı Bektaş Veli’nin önemli eserleri arasında; Velâyet-nâme-i Hacı Bektâş-ı Velî, Makalat, Kitâbu’l-Fevâid, Şerh-i Besmele, Şathiyye, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, Üss-Ül-Hakika ile Fatiha Tefsiri bulunmaktadır.”

Hacı Bektaş Veli kendi sistematiği içerisinde insana son derece önem vermiştir ve onu merkez almıştır. Şöyle ki, her şeyin özünde insanı aramış ve kendi gönül Kâbe’sini insan olarak tarif etmiştir. Evrensel bir bayrak olan Hacı Bektaş Veli’nin kumaşının rengi ve direği insandır. Hacı Bektaş Veli’ye göre; Yaratılmışların tamamı ve dolayısıyla insan güzel bir varlıktır. Öyle ise bütün insanlar Yaradan’dan ötürü sevilmelidir.

“Makâlât”ın insan sıfatlarını tanıtan on birinci bölümünde insan olabilmenin ve şeytandan uzak kalmanın şartları; tevazu sahibi olma, başkalarının ayıbını görmeme, insanları sevme ve hile ile yalandan kaçınmak olarak ifade edilmiştir. Ulu ve devletli insan olmanın şartları ise kendini bilme, huzurda olma ve kabri mekan bilmedir ya da başka bir ifade ile edep, akıl ve güzel ahlaktır.

“Dört Kapı Kırk Makam”, Bektaşi tarikatının adap ve erkanının temelini oluşturur. Hacı Bektaş Veli tarafından düzenlenen bu anlayış ile “Çalap Tanrı”ya ulaşma” hedeflenir. İnsanın sosyal hayatıyla da doğrudan ilgilidir. Kişiye bir yaşama tarzı ve bir anlayış vermektedir.”

Hacı Bektaş Veli, Makâlât isimli eserinde genel olarak ‘‘Dört kapı kırk makam’’ anlayışının tamamında ahlaki erdemlerden bahsetmiştir. Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye eserlerinde Hacı Bektaş Veli gönlü, büyük bir şehre benzetmiş ve bu şehrin iki sultanından bahsetmiştir. Birinci sultan akıl, ikinci sultan iblistir. Aklı koruyan şeyler; ilim, perhiz, edep, nezaket ve ahlaktır. Bir diğer sultan olan Şeytan ise gıybet, kahkaha, cimrilik, öfke, haset ve kibir gibi unsurlar tarafından korunmaktadır. Hacı Bektaş Veli kendisinden sonra öğrencilerine; edep, takva ve aklı vasiyet etmiştir. Cehaletten ve şöhretten uzak durulmasını istemiştir. Şeriat, tarikat, hakikat ve marifet olarak sıralanan dört kapıdan benliğin yok olması ve dört kapının sonunda birliğin sağlanması amaçlanmıştır.

“Hacı Bektaş Veli,  Makâlât’ta aklı teraziye benzetmiş ve aklın üstünlüğünü şu sözlerle ifade etmiştir: ‘‘Yani akıl, Tanrı’nın terazisidir demektir. Zaten dünyada akıl terazisine eşdeğer başka bir nesne yoktur. İyiyi ve kötüyü ayırt eden akıldır.’’ (Makâlât)

Kadıncık Ana Evi’nde sergilenen Hacı Bektaş Veli Tablosu

Hacı Bektaş Veli, cehalet konusunda Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye adlı eserinde şu sözlere yer vermektedir: ‘‘Su tufanında her ne kadar su bela ise de vücutlara yönelik olduğu için ondan kurtulmak kolaydır. Ancak cehalet tufanı ondan daha zordur, daha kötüdür. Çünkü onda boğulan kimse ilelebet kurtulamaz. Cehaletten kurtulmak ve hedeflenen insana ulaşmak için akıl temelli bir yol izlenmesi gerektiğini vurgulamaktadır. ‘‘Akıl bir sultandır ki sultan tahtına oturmuş ve anlama onun yardımcısıdır. Bu sultanın komutanları vardır. Deniliyor ki bu komutanların birincisi ilim, ikincisi perhiz (sakınma), üçüncüsü edep, dördüncüsü nezaket, beşincisi iyi ahlâktır. Bu beşi tamamlanınca yüce Allah ona marifet verir.” (Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye)

“Dört Kapı Kırk Makam Öğretisi”, inançtan akla atlamanın, aydınlanma zemininde buluşmanın teorisidir. Aklın evrim sürecine katılmak, aydınlanma dünyasında gezinmek, bir insanlık kazanımıdır; bir insanlık onurudur, insanlaşmanın kendisidir, insan olabilmenin zorunluluğudur. Buyruk ve Makalat’a göre dört ulu kapı ve bu dört ulu kapıya bağlı kırk makam vardır. Birinci kapı şeriat; ikinci kapı tarikat; üçüncü kapı marifet ve dördüncü kapı, ana kaynak olan hakikat kapısıdır. Dört kapının dördünün de kendine özgü özellikleri/kuralları bulunur. Dört kapının da kaynağı birdir; dört kapı dört aleme denk düşer. Kırk makamın onu şeriat, onu tarikat, onu marifet ve onu hakikat içindedir. Yol ehli dört kapıya bağlı kırk makamdan geçerek Hakk’a ulaşır; bu sırada şeriat gemisine biner; tarikat denizine açılır; marifet dalgıcı olur ve hakikat inci’sini bulur.

‘‘Sen yol gitmemişsin o yüzden göstermemişler. Yoksa! kim bu kapıyı çaldı da ona açmadılar?’’ (Kitâbü’l Fevâid).

Bu nedenle tarikat yolcusu inançta/düşüncede amacına ulaşabilmek için şeriatın koşullarını yerine getirmek; tarikatın içinde olmak; marifetten ayrılmamak ve sürekli hakikati aramak durumundadır. Bunun bir uzantısı olarak İnsan-ı Kâmil’in çerağ gibi durması; fitil gibi yanması; yağ gibi erimesi ve nur gibi ışık vermesi gerekir. Hacı Bektaş Veli, ham insandan olgun insana yani İnsan-ı Kâmil’e ulaşmak için “Dört Kapı Kırk Makam” öğretisinin yaşanmasından yanadır.

“Hacı Bektaş Veli felsefesi, insan sevgisi ve hoşgörüye dayalı, evrensel ahlâk ilkelerini güden bir yaklaşımdır. Buna bağlı olarak yetiştirilmek istenen insan, mürşit-mürit ilişkisi içinde manevi bir eğitimden geçer. Hacı Bektaş Veli’nin insana atfettiği değeri ‘‘Altın ve gümüş ocakları gibi insanın zatı da maden ocaklarıdır.’’ Maden ocağına benzettiği insanın da tıpkı altın ve gümüş rezervleri gibi işlenmesi gerekmektedir. Zira işlenmemiş maden fazla bir işe yaramayacaktır. Bunu yapacak olan da kuşkusuz ki eğitimdir.” (Kitâbü’l Fevâid)

Alevi terminolojisinde Alevilerin sosyal yaşantısını düzenleyen ve onların İnsan-ı kâmil olmasına aracılık eden “Dört Kapı Kırk Makam “bir okul niteliğindedir. Hacı Bektaş Veli, Kırk Makamı; Tanrı yolundaki tarikat yolcusunun, Hakk’a ulaşabilmesi için geçmesi gereken evreler olarak tanımlar. Hacı Bektaş Veli, her kapının gereğini yerine getirenleri ayrı ayrı gruplamış ve onlara birer sıfat vermiştir. İnsanın oluşumuna katılan ve toprak, su, ateş ve hava olarak belirtilen dört unsurdan her birini, bir kapı ehline simge olarak vermiştir. İnsan Şeriat Kapısında Adem Oğludur; Tarikat Kapısında Yol Oğludur; Marifet Kapısında Olgun İnsandır; Hakikat Kapısında Gök Oğludur.

“Hacı Bektaş Veli, insanın aradığı gerçeği; ancak kendi içinde bulabileceğini ‘‘Muhiplerin söyledikleri hakikat insanın kendi içindedir. Başka yerde arayan asla bulamaz. Bu yüzden kendisini tanıyıp bilmeyen Tanrı’yı nasıl bilecek ve görecek?’’ sözleriyle belirtmiş, insanların kendilerini tanımasını öğütlemiştir.” (Makâlât)

Dört kapı kırk makam düşüncesi, Hacı Bektaş Veli’nin tasavvuf düşüncesinin temelini oluşturur. Hünkar, Hoca Ahmet Yesevi Hazretleri’nin “dört kapı kırk makam” düşüncesini geliştirerek kendi fikir yapısını inşa etmiştir. Hacı Bektaş Veli’yi diğer tasavvufçulardan ayıran temel nokta ise onun teori ile çok fazla ilgilenmemesi daha çok pratikle ilgilenmesidir. Hacı Bektaş Veli’nin tasavvuf öğretisinin temelinde ‘‘insan-ı kâmil’’ olma hedefi vardır ve “Vahdet-i Vücût” fikri hâkimdir. Vahdet-i Vücût, bilmek, görmek ve duymak aşamalarından geçerek Tanrıya ulaşmak, onunla bir olmaktır ve Hakk’ın varlığından ayrı olmamaktır. Makamların her birini geçen derviş olgunlaşır. Zâhirî ilimlerden bâtınî ilimlere doğru bir yaklaşma söz konusudur. Sonuç itibari ile 40 makamın biri bile eksik olmamalı ve Hakk yolunda yürüyen tarikat yolcusu, bu kapı ve makamların tümünden geçmelidir. Zira makamlar tamam olmadan hakikat tamam olmaz yani Hakk’a ulaşılamaz.

Onulmaz yaraya merhem kim sardı
Var mı Hacı Bektaş Veli’den gayrı

Hacı Bektaş Veli’ye göre kişi, olgun insan olma yolunda ileri bir makamda bulunan mürşitlerin rehberliğinde yetiştirilmelidir. Kendi başına öğrenmeye kalktığında, bu öğrenme kusurlu ve eksik olur. Bir mürşide bağlanarak öğrenmek, hızlı gelişim göstermeyi sağlar. Fakat kişi yine de öğrenmelerinden birinci dereceden sorumludur. Çünkü Hacı Bektaş Veli’ye göre yeterince istekli olunup sorumluluk almadan hiçbir amaca ulaşılamaz. Kişi bulunduğu makamla yetinmemeli, hep daha iyi olmaya çalışmalıdır. Bektaşi eğitim yoluna girmek için yapılan nasip töreninin sonunda söylenen ‘‘Seni senden aldık, sana teslim ettik.’’ sözü, kişinin gelişiminden kendisinin sorumlu olduğunu anlatmaktadır. Hacı Bektaş Veli mürşit olacak kişinin, eğitimin de nihai hedefi olarak gördüğü, kâmil bir insan olması gerektiğini belirtmiştir. Yani öğretmen, öğrencisine kazandırmak istediği niteliklere önce kendisi sahip olmalı ve örnek teşkil etmelidir. Mürşit, müridinin özelliklerini gözlemleyerek ona özel görevler ve öğütler vermelidir.

“Hacı Bektaş Veli, ‘‘İlme’l-yakin bedeni eğitmek, ayn’el-yakin kalbi eğitmek, hakka’l-yakin canı eğitmektir.’’ sözüyle bedensel, duygusal ve manevi eğitime işaret etmektedir. Buradan hareketle eğitimi, bütünsel bir yaklaşımla ele aldığı söylenebilir. Kişinin ilim öğrenirken alçakgönüllülüğü elden bırakmaması gerektiğini ise ‘‘Bir kimse gelmiş geçmiş bütün ilimleri tahsil etmiş dahi olsa, onun bu ilmi son nefesinde elinden tutacak değildir. Kişi ilim öğrenirken aynı zamanda nefsini terbiye etmeyi de bilmelidir.

Hacı Bektaş Veli’nin insan yetiştirme modelinin temelini ahlaki değerler oluşturur. Aklın komutanları arasında gösterdiği edep ile ilgili olarak Kitâbü’l Fevâid adlı eserinde şu beyit yer almaktadır: ‘‘Efendi bil ki insanın bedeninde can olan şey edeptir. İnsanların gözlerinin, gönüllerinin nuru edeptir.’’ İnsan varlığının ahlaki değerlerle örülmesi; görgülü, nezaketli ve utanma duygusu olan kişilerin yetiştirilmesi bu anlamda önemlidir. Ahlaki değerler sözde kalmamalı, kişi tarafından içselleştirilmelidir. Hacı Bektaş Veli’ye göre ilme önem vermek kişiyi gelişmeye sevk eder. ‘‘Dört şey büyüklüğün sebebidir: ilme değer vermek, haramdan sakınmak, adaletli idarecilere saygı göstermek ve yol ehli ile oturup kalkmak…’’ Bu cümlesinden hareketle insanın büyümesini, yücelmesini ve ilerlemesini ahlaki değerlerle birlikte ilim öğrenmeye ve ilim sahibi kimselerle muhabbet kurmaya bağladığını söylemek mümkündür”(Kitâbü’l Fevâid)

 ‘‘Biz lafa değil içe ve hâle bakarız.’’ (Hacı Bektaş Veli)