Yapımı kitabesinden de anlaşıldığı üzere 1560 yılında Gazi Malkoç Bali Bey anısına yaptırılmış olan Aş Evi, Üçler Kapısı’ndan Dergah avlusuna (2. Avlu) girildiğinde sağ tarafta revakların altında Aslanlı Çeşme ile Ekmek Evi’nin olduğu bölümde, Tekke Camisi’nin hemen bitişiğinde yer almaktadır.
Aş Evi’ne kesme taşlardan örülmüş kemerli mimarisi olan ahşap kanatlı bir kapıdan girildiğinde hemen sağ tarafta ‘Aşçı Baba Türbesi’ yer alır. Kemerli bir planı ve küçük bir kapısı olan bu mekan, Aş Evi’nin ilk Babalarından birisinin odası iken Hakk’a yürümesi üzerine Aş Evi Babası buraya defnedilmiş ve burası dergâha ve Aş Evi’ne yaptığı hizmetlerden dolayı türbe olarak düzenlenmiştir.
Aş evinin ikinci kemerli kapısı üzerinde Aş Evi’nin kitabesi yer almaktadır.
“Bina-ı haza el-Matbah-ül mübareke-ti el- Hacı Bektaş- el Horasani
El-ma’mur sahib-ül-hayrat Bali Bey bin Gazi Malkoç rahmet-ullahı aleyh.
Sene 968” (Miladi 1560)
Kapının her iki yanında da birer Selvi ağacı ve ortada lotus çiçeği? kabartması vardır. Yemeklerin yapıldığı, kazanların ve mutfak araç-gereçlerinin bulunduğu bölüme yine kesme taşlardan örülmüş kemerli bir kapıdan girilmektedir. Kapının sağında bir insanın sol eline ait izin duvara geçtiği bir kabartma ile kapı üzerinde üst üste iki adet teslim taşı yer almaktadır. Kapıdan asıl mekana girildiğinde, sağ ve sol tarafta ocaklar üzerinde küçüklü büyüklü kazanlar ile ‘Halife kazanları’ ve ortalarında kutsal kabul edilen ‘Kara kazan‘ yer alır.
Kara kazanın yanında tutamak kısmı aslan figürü olan uzunca bir maşa ve kazanın hemen üzerinde duvarda asılı duran on iki boynuzlu bir geyik başı yer almaktadır. Geyik kutsal kabul edilen bir hayvandır ve Evliyaların bineği olarak bilinir. Aynı zamanda Aş Evi’nde lokmalar piştiği zaman geyik başı, asılı durduğu yerden alınır ve Aş Evi’nin ana kapısının üzerine takılırmış. Bu şekilde diğer evlerin dervişleri lokmaların hazır olduğunu anlarmış. Geyik başının tam karşısındaki giriş kapısı duvarının üzerinde de yine bir geyik başı bulunmaktadır.
Mutfak dolapları içerisinde ise; imbik, kahve kutuları ve kahve soğutacağı ile kahve körükleri, fincanlar, et çekme makinesi, bıçak, satır vb. kesici aletler, sefer tası, yemek kapları ile kazanların yanında kepçeler ve tepsiler sergilenmektedir.
Aş Evi’nde yemeklerin yapıldığı mekânın tavanı oldukça yüksektir. Tavan, Anadolu evlerinde de görülen sıra sıra dizilmiş ahşap oluklarla (hezen) desteklenmiştir. Burada tavana yakın mesafede doğu – batı yönünde karşılıklı olacak şekilde pencereler yapılmıştır. Pencereler, yemekler piştiği zaman açılarak içerisinin havalandırılmasını sağlamaktadır. Özellikle doğu yönündeki her iki pencerenin altına birer havalandırma deliğinin açılmış olması pencerelerin soğuk günlerde açılmadığı zamanlarda havalandırma amaçlı yine aynı işleve sahip olduğunu göstermektedir.
Mekanın tam ortasında kesme taşlardan örülmüş kemerli yapı, mekanı; yemeklerin pişirildiği ocak bölümü ile Aş Evi Baba Odası, bulaşık yıkama yeri, et soğutma dolabı ve kiler odası bölümleri olmak üzere iki bölüme ayırmıştır. Kemerli yapının birleştiği bölümde tığlanacak (kesilecek) kurbanın zincir ya da ip yardımı ile havaya kaldırılmasına yarayan demir bir halka ile hemen altında ve mekanın tam ortasında etlerin doğrandığı mermer bir masa yer almaktadır.
Mermer masanın solunda, kuzey yönünde hazireye (derviş mezarlığı) açılan ahşaptan yapılmış bir kapı ve kapının üzerinde de bir pencere yer alır. Bu kapı, dergah bahçesindeki yıkılmış ve günümüze kalmamış olan derviş ve babaların oturdukları evlere açılan kapıdır.

İçine tahıllar ve tuz konulmuş çuvallarla canlandırılmış olan kiler odasında ise; sofra tahtası, helke, güğümler, hasır sepetler, süpürgeler, el kantarı ve erzak ölçüleri sergilenmektedir. Burada bulunan ve halk arasında gömme dolap ya da taka(niş) olarak tabir edilen duvara oyularak yapılmış ve ahşap kanatları olan küçük bölümlerde olasılıkla mutfak eşyaları muhafaza edilirdi. Mekana girildiğinde, sağ tarafta içe doğru batı yönünde oluşturulmuş bölüm, Aş Evi Baba Odası olarak düzenlenmiştir.
Odanın giriş kısmı kesme taşlardan örülmüş kemerli bir giriş planına sahip olup, burası ahşap çerçeveli camekan şeklinde yapılmıştır. Batı yönünde iki göz pencere açılarak buranın aydınlatılması sağlanmıştır. Tavanı yine yüksek olup, ahşap oluk dizisi ile desteklenmiştir. Baba odasının solunda bir ocak, ocağın her iki yanında ve üzerinde şamdanlar ile duvarlarda gömme dolaplar yer almaktadır. Mekanın ortasında da yer sofrası ve sofra üzerinde yemek kapları ile yerlere serilmiş postlar sergilenmektedir.
Dergâhtaki, en önemli ve kutsal kabul edilen evlerden birisi olan Aş Evi’nin Babası, Dergâhın en önemli temsilcisi olan Dedebaba’dan sonra ikinci sırada gelirdi ve Aş Evi Baba Köşkü’nde otururdu.Aş Evi’nin Babası çoğu zaman Dedebabalığa terfi ederdi.
Mutfak, özellikle ocak (Od(ateş)-cak) Şaman geleneklerinin devamı olarak kutsal talim ve terbiye yeri olarak görüldüğü için Alevi-Bektaşi düşüncesinde de ocak; aydınlatan, çiğleri pişiren kutsal bir makam kabul edildiğinden mutfakta yürütülen görevler, alınan rütbelere de etki ederdi. Mutfak, Bektaşi tekke eğitiminin önemli bir parçasıdır. Bektaşilerde tekkenin mutfak bölümünde hizmet görmek, bir dervişin görevlerinin önemli bir bölümünü oluşturmaktaydı. Dervişlerin eğitimlerine başladıkları yer burasıdır.
Bektaşi terbiyesinin en önemli bölümü derviş için mutfakta geçirdiği dönemdir. Tekke hizmetinde, yemek ve mutfakla ilgili her türlü detay düşünülmüş ve dervişler öncelikle eğitime mutfaktan başlatılmıştır. Amaç, sadece yemek pişirmeyi değil aynı zamanda doğanın olağanüstü çabalarla insanlığa sunmuş olduğu yiyeceklere karşı saygı duymayı öğrenmektir. Yiyeceklerin en verimli, en uygun şekilde kullanımına ve tüketimine büyük önem verilirmiştir.
“Anadolu’da yaygın bir inanışa göre her mesleğin bir piri vardır. Aşçıların piri ilk defa “baba çorbası” diye adlandırılan buğday çorbasını pişiren Adem Peygamber’dir.”
Bir başka deyişle yemek, sadece beslenme eylemi olarak değil, bir ritüel olarak da değerli görülmüştür. Bu çerçevede Sofra olgusuna; “eğitim kürsüsü”, “muhabbet sofrası” ve “irfan pazarı” olarak bakılmış ve tekke geleneğinde insanın eğitilmesi ve sosyalleşmesi boyutunda önemli bir işlev yüklenmiştir. Tasavvuf âdâbında az yemek “seyrü sülük”un şartlarından biri olarak kabul edilmiştir.
Sofra, ocak, yemek kavramları Türk toplulukları arasında da kutsallaştırılmış ve halkın yaşantısının her aşamasında yerini almıştır. Sofra da ocak gibi sadece yemek yenilen yer olarak düşünülmemelidir. Sofra; açılan bezi, inanç ve edebî ürünleri ile bir bütündür. Sofra aynı zamanda Bektaşilikle ilgilenen misafirlerin ya da nasip almak isteyenlerin Bektaşiliği tanıma fırsatı bulduğu bir yerdir. Sofrada yapılan ritüellerin hepsi Erkân-name’de yazılı olmadığı için çoğu uygulama geleneklere dayanmaktadır.
Halifelik Erkanı’nın yürütülmesinde de sekizinci erkan, sofra verilmesi erkanıdır. Misafire sofra açmak ve ikramda bulunmak, Hz. Peygamber’in en yakınında bulunan Hz. Ali’nin de benimsediği bir âdet olarak karşımıza çıkmaktadır. Sofrada yeme-içme adabı Hz. Ali’den kalmıştır diye bir inanç vardır. “Sofra Ali‘nin” ve “Mihman Ali” deyişlerinin de ifade ettiği gibi Alevi-Bektaşiler sofrayı ve üzerindeki yiyecekleri kutsal kabul ederler. Özellikle ayinler sonrasında kurulan sofralarda yiyecekler mürşit tarafından dualarla kutsanmadan yenilmemektedir. Sembolik anlamda sahibi Ali olan sofraya hizmet etmek de en az o sofrada bulunmak kadar önemlidir. Bu yüzden kurbancılık ya da sofracılık hizmeti gören dervişlerin güler yüzlü ve temiz olmaları istenir.
Tekkede derviş eğitiminde en önemli unsurlardan birisi dervişin, misafire ikramda kusur etmemesini öğretmek olmuştur. Misafire ikram Bektaşilikte o kadar önemsenmektedir ki, Babagan kolundaki Bektaşiler hemen her gün yemeklerinden bir parçasını “Gayb Erenleri Hakkı” için ayırmaktadır. Bu yemek eğer bir misafir gelirse ona ikram edilmekte, gelmez ise bir fakire gönderilmektedir.
Bu bir rıza lokmasıdır
Yiyemezsin demedim mi! (Pir Sultan Abdal)
Dergahlarda yemek yerde yenilirdi. Yere bir sofra bezi veya özel bir meşinden yapılmış, üzerleri işlemelerle süslenmiş sofralar serilir ve bunun üzerine de sofra tahtası konulurdu. Yemek sinisi de bu tahta üzerine olurdu. Sofraya oturuluşun bir şekli ve sırası vardı. Sofranın başköşesine önce aydınlatıcı (mürşid) oturur, sonra aşama sırasına göre varsa babalar, dervişler ve muhipler otururlardı. Bu oturuş düzeninde mürşidin sol yanında ondan sonra gelen en kıdemli kişi otururdu.
Babagân kolu Bektaşi erkânında aslında mürşitlerle dervişler de nasip ve yaş sırasına göre yerlerine otururlardı. Meydan sofrasında yer alacak diğer muhip canlar da nasip yaşına göre otururdu. Meydanda (muhabbet yapılan yer) sadece görevliler ve hizmet edecek olanlar çabuk kalkıp oturacakları bir yerde dururdu. Mürşidin sofrası “Meydan Sofrası” olarak bilinirdi. Yemek mürşidin okuduğu gülbank ile başlardı.
“Bismişah Allah Allah!“
“Evvel Allah diyelim! Kadim Allah diyelim! Geldi Ali sofrası destur ya Şah diyelim! Şahın gönderdiğini biz yiyelim! Demine Hu diyelim!“
Mürşid, gülbanktan sonra önce tuz tadardı. Herkes tuz tattıktan sonra yemeğe başlardı. Mürşid, “lokma gelsin!” deyince asıl yiyecekler ve yemekler getirilirdi. Sofraya gelen her yemekten ilk önce mürşit bir kaşık alır, ondan sonra sofra halkı yerdi. Su içmek isteyen olduğunda diğerleri onu beklerdi.
“Aleviler-Bektaşiler genelde ‘yemek’ sözcüğü yerine ‘lokma’ sözcüğünü kullanmaktadır”
Yemek yenildikten sonra da sofradan kalkış tercümanı okunur.
“Bism-i şah… Allah Allah… Bu gitti ganisi gele… Hakk Muhammed Ali bereketini vere… Yiyip, yedirenlere, pişirip kotaranlara, nür-i iman ve aşk-u şevk ola… gittiği yerler gam ve gusse görmeye… Hizmet sahipleri, hizmetlerinden şefaat bula… Lokma hakkına, Evliya keremine, cömertler cemine, gerçek erenler demine Allah eyvallah Hü dost.”
“Bektaşilik’te 4 Kapı 40 Makam olgusunda, Marifet Kapısı’nın 5. Makamı Perhizli olmaktır. Az yemek az ile yetinmenin gerekliliği, nefsine hakim olmak her daim dervişin aklında olmalıdır.”
Meydan Evi’nde bulunan on iki posttan, Horasan postu’nun yanında bulunan ikinci post Aşçı postudur ve ‘Seyyid Ali Sultan makamı’nı temsil etmektedir. Aşçı postuna Kızıl Deli Sultan Postu da denilmektedir. Aşçı postu makamına saygı, Bektaşi erkânında, Meydana giriş erkânlarından onuncu erkân, Rehberin Talibe Makamları (Menzilleri) Göstermesi şeklinde uygulanır. Bu erkânın üçüncü makamı Aşçı postu ve tanıtılmasıdır. Rehber ve derviş, Babanın sağ tarafına, Ocağın sağında bulunan posta varıp niyaz ederler. Rehber burada talibe şöyle der:
“Ey talib-i didar-ı ilahi! Erenler meydanında bu makama “Aşçı Postu” derler. Bu makamda çiğler pişirilir ve lezzetsizlere lezzet verilir. İmam Hasan Efendimizin makamı, Seyyid Ali Sultan Efendimizin menzilidir. Hakk’a eriştirici makamdır, niyaz et!”
Ayrıca, Aş evinde dokuz niyaz yapılırdı. Bu niyazlar; Dar’a, Karakazana, Aşçı postuna, Ayakçı postuna, Nakip postuna, Ateşçi postuna, Baba postuna, Göbek taşına ve son olarak yine Dar’a yapılırdı.
Bektaşi tekkeleri ile ilgili bilgi veren Evliya Çelebi, Seyahatnâme’sinde; 1680’li yıllarda Anadolu’ya yaptığı seyahate ait izlenimlerini kaleme alırken ziyaret ettiği yüksek kubbeli Bektaşi türbesi içindeki kabrin etrafında ayaklı şamdanlar ve adaklar bulunduğunu, mutfakta ise gece gündüz ateşin hiç sönmediğini, günün hangi saatinde gelinirse gelinsin her misafire bir tas nimeti kadîm “Baba Çorbası” ikram edildiğini anlatmaktadır.
KARA KAZAN
“Kırk yıl kazanda dur kayna!
Daha çiğsin yan dediler! (Hatayi)
Aş Evi’nde ocakların üzerinde bulunan kazanların en büyüğü Halife kazanlarının ortasında bulunan kutsal Kara kazandır. Alevi-Bektaşilerce Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin nefesi ve himmetinin Kara kazanın üzerinde kıyamete kadar bereket ve bolluk sağlayacağına inanılmaktadır.
Hoca Ahmet Yesevi geleneğinde, tekkede büyük bir kazan olur, onda pişirilen çorba; gariplere, yoksullara ve dervişlere dağıtılırdı. Bu nedenle kazan tasavvufta ‘nasip’ manasının simgesi olmuştur.
“Kazan, hamlıktan pişmenin, yenileşmenin, gençleşmenin ve olgunlaşarak yeniden dirilmenin simgesi olarak da algılanmış; “seyr-i sülük”te (tasavvuf yolculuğu) yeniden yapılanmanın simgesel bir yorumu olarak kabul edilmiştir.”
Kara Kazanın, Hacı Bektaş Veli Dergâhı’na getirilmesiyle ilgili farklı rivayetler bulunmaktadır. Bir rivayete göre; Hacı Bektaş Veli’nin kardeşi Menteş, Larende (Karaman) dolaylarında Moğollarla yapılan bir savaşta şehit düşmüştür. Bu kazanın yani Kara kazanın Moğol komutanlık karargâhından ganimet olarak alınmış olduğuna inanılmaktadır. Bir başka görüşe göre de, Kırım Seferi’nden dönen Osmanlı ordusunun yolu Hacı Bektaş Veli Dergâhı’nın yakınından geçerken Can Baba adında bir komutan, Bektaşi tarikatına bağlı olduğu için ordusunun en büyük kazanı olan Kara kazanı dergaha hediye etmiştir. Bir başka görüşe göre Tatar Hanı Hanbağı’nda askerleriyle konaklamış yanlarında getirdikleri kara kazanı giderken dergaha hediye etmişlerdir.
Bir diğer görüşe göre de, Yeniçeri Ocağı’nın kuruluş devrinden kalmış olan bu eski kazan, ocağın uğur ve tılsımı olarak bilinirdi. Kazan-ı Şerif için, Hacı Bektaş Veli’nin Yeniçeri Ocağı’na hediyesidir, şeklinde bir inanış da vardır. Kazanın sonradan Hacı Bektaş Veli Dergahı’ndan teberrüken (hediye) alındığı da söylenmektedir. 1925 yılında Hacı Bektaş Veli Dergahı’nın kapatılması üzerine Kara kazan ve diğer dergah eşyaları Ankara Etnografya Müzesi’ne götürülmüş daha sonra 1958’li yıllarda dergahta yapılan restorasyon çalışmalarının bitirilmesi ve dergahın müze olarak açılması neticesinde de dergah eşyaları ile birlikte geri getirilmiş ve Aş Evi’nde şimdiki yerine konulmuştur.
6 parça döğme bakır plakaların birleştirilmesi ile meydana getirilmiş olan kazan, dört kulpludur. Kara Kazan’ın iç yüzünde üstte bir vakıf yazısı vardır. “Vakf-ı Sultan Hacı Bektaş Veli, Yadigâr-ı Sersem Ali. Tamiri Selanikli Elhac Hasan Dede 1290 (1873M)” Bir yazı daha vardır: “Vakf-ı Hacı Bektaş Veli. Yadigâr-ı İbrahim Paşa 1127 (1715M)”
“Kara kazan, sadece Muharrem ayında (Muharrem 10) Aşure pişirmede ve hilafet erkânlarında kullanılmıştır. “
Kara kazanda pişirilen aşure, Muharrem ayının onuncu günü, Aş Evi’nin önünde dergâhın Babalarına, dervişlerine ve dergâha gelen canlara okunan gülbanklar eşliğinde ikram edilirdi. Bu kazanda pişirilen aşure, dergahın bütün baba ve dervişlerine ikram edildiği gibi, Hacıbektaş halkına dağıtılır hatta tarikat mensubu uzak ülkelere kadar gönderilirdi. Halk arasında Kara kazanın, altında hiç ateş yanmaksızın kerametle kaynadığına da inanılmaktadır. Diğer kazanların altındaki ateşin duvar içinden geçerek Kara kazanı ısıttığı inancı günümüzde de halen devam etmektedir.
Dergâhın yeme-içme, mutfak giderlerini karşılamak için yılın belli günlerinde ya da babanın uygun gördüğü bir dönemde tarikata, yola bağlı canlardan bir vergi toplanırdı. Kara Kazanın kaynaması ve Aş Evi’nin günlük faaliyetinin normal çalışması için Bektaşiler, “Kara Kazan Hakkı” adı altında dergâha bir nevi yardımda bulunurlardı. Aynı zamanda diğer ocakların da ayrı ayrı Kara kazan hakları olurdu.
Eski Türk kültüründe demirin kutsallığıyla birleşen kazanın, yeniden doğuş ve ateşe hükmetme gibi inanç unsurları ve etkin sosyal aktivitelerle olan bağlantısı vardır. Kazan, insanların berekete nail oldukları şerbet, yemek ve çorbanın intikalini sağlayan kutsal bir değer olarak görülmekte, bu düşünce farklı menkıbelerle de temellendirilmektedir. Böylece bereketli olduğu kabul edilen bir yemeği yiyen kişinin, o yemeğin bereketinden nasipleneceğine inanılmaktadır.
“Lokmalar hallolur, çiğler pişince”
Kara kazan, imece olarak çalışan, üreten dervişlerin ve dedelerin konuk ve yoksullarla birlikte yemelerini, tüketmelerini simgelemektedir. Bilindiği gibi Hacıbektaş postnişini, dervişleri ve dedeleri bizzat tarımla uğraşmakta ve üretim yapmaktadır. Aşevi ve diğer ocak mutfaklarında kullanılan odunları, Aşevi dervişleri Hacıbektaş’ın güneyindeki Hırka Dağı’ndan ya sırtlarında ya da kağnılarla taşımışlardır. Hatta Kaygusuz Abdal’ın Hacı Bektaş Veli Dergahı’na geldiği, Aş Evi’nde bir müddet çalıştığı ve Hırka Dağı’ndan sırtında dergaha odun getirdiği rivayet edilmektedir. Onun içindir ki, Kaygusuz’un odun getirirken izlediği yol, ‘Kaygusuz Beli’, ‘Kaygusuz Tepesi’ olarak da bilinmektedir.
Yeniçeri Ocağı’nda da kazana atfedilen kutsallık oldukça belirgindir. Yeniçeriler toplantılarını Ocak’larında bulunan kutsal kazanın etrafında yaparlardı. Onlara göre kutsal kara kazan devrildiğinde, yerinden kımıldatıldığında dünyanın dengesinin bozulacağı, kıyametin kopacağı anlamına gelirdi. Yeniçeriler, ocağın simgesi olan “Kazan-ı Şerif”e, ocaklarının mukaddes bir tılsımı olarak bakarlardı. Yeniçerilerin gözünde kazanın manevi varlığı o kadar büyüktü ki, “Kazan-ı Şerif çarpsın!” diye üzerine yemin dahi verirlerdi.