Ekmek Evi
QR Code
Ekmek Evi’ne dair elimizde tek görsel belge, Meydan Evi’nde sergilenmektedir. Resimde büyük kapıdan (Çatal kapı) girildiğinde sağ taraftaki yapı topluluğu Ekmek Evi’ne ve diğer evlerin bölümlerine aittir.
Ekmek Evi

Ekmek Evi, Dergâhın ekmeğinin pişirildiği yerdir. Ekmek Evi’nin müştemilatı 1.avluda ve 2. avluda yer alırdı. Günümüzde sadece temel taşları kalmış olan Ekmek Evi’ne Üçler Çeşmesi’nin kuzey yönündeki bir kapıdan girilebildiği gibi Aslanlı Çeşme’nin sol tarafında yer alan bir kapıdan da girilebilmekteydi.

Aslanlı Çeşme’nin sol tarafında yer alan kapı Ekmek Evi’ne açılmaktadır.

Çeşmenin hemen yanından bulunan kapıdan girildiğinde biraz uzunca koridordan geçilerek eskiden ekmek fırını olarak kullanılmış olan bölüme geçilirdi. Ekmek Evi’nde dergâh zamanında un deposu, aş ocakları ve Ekmek Evi Babası’na ait odalar mevcuttu.

Dergahın açık olduğu zamanlarda, Mihman Evi Babası, günlük ekmek ihtiyacını her gün Dedebabaya bildirirdi. Dedebaba’da ihtiyaç listesini Ekmek Evi Babası’na verirdi. Ekmek Evi’nin un ihtiyacı ise şu şekilde temin edilirdi; Osmanlı idaresi zamanında, aşar usulüne göre Hacı Bektaş Veli Dergâhı’na bir bölge ayrılmıştı. Hacıbektaş’ın kuzey tarafındaki çöl köyleri, dergâhın bütün buğday ihtiyacını aşar usulü ile temin ederdi. Diğer bir gelir ise dergahın At Evi tarafından elde edilen buğday mahsulü idi. Dergah, Ekmek Evi vasıtasıyla fakir halka ekmek ve un vererek onlara yardım ederdi. Zaten halkın bir kısmı da dergahta çalışarak geçimini sağlardı.

Dergâhın bulunduğu Hacıbektaş, çok eski zamanlardan itibaren tahıl yetiştiriciliğin çok yaygın olduğu bir yerleşim yeridir. Özellikle Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde tarımın yoğun olarak yapıldığı Hacıbektaş’ın iklimi tahıl yetiştirmeye özellikle de buğday ve arpa yetiştiriciliğine uygun olduğu için tarımsal açıdan her zaman önemli bir yer olmuştur. Hacı Bektaş Veli Dergâhı da her daim tarımsal faaliyetlere önem veren bir dergâh işlevinde olmuş ve buradaki dervişler tarafından dergâhın arazilerinde ekim-dikim işleri yapılmıştır.

Bununla birlikte, dergâha bağlı dört yüzü geçen sayıdaki köyün tahıllarının bir kısmını dergâha bıraktığı da bilinmektedir. Dergâhta buğdayın çeşitli aşamalardan geçirilerek işlenmesi sonucunda elde edilen; un, bulgur, yarma, düğ, erişte, şehriye, irmik, nişasta ve kepek gibi malzemeler dergâhın Aş Evi’nde yapılan yemeklerin ve Ekmek Evi’nde yapılan ekmeğin ana malzemesini oluştururdu.

“Ekmeğin özel bir yer tuttuğu kültürlerde fırıncılık da önemli bir yer tutmaktadır. İslam dininde Cebrail, Hz. Adem’e unu öğüterek ekmek yapmayı öğretmiştir: Bu nedenle de fırıncılar, Hz. Adem’i “Pir” olarak kabul etmişlerdir.”

Tekke yerleşiminde fırınla ilgili olarak Abdal Musa Velayetnamesi’nde anlatılan menkıbe oldukça dikkat çekicidir. Bir gün Abdal Musa, “Kızıl Deli Sultan ile bir grup dervişine, Hacı Bektaş Dergahı’na gitmelerini ve Hünkâr’ın türbesini, tekkesini, fırınını ve mutfağını inşa etmelerini emreder.”  Menkıbede dikkat çeken önemli nokta ise, Pir Evi’nin inşası söz konusu olduğunda mutfağın ve fırının yerinin, türbenin ve tekkenin hemen arkasından gelmesidir.

Tandır evleri de aynı dergâhtaki Ekmek Evi gibi ekmeklerin pişirildiği bir yerdir. Yakın zamana kadar Anadolu’nun çoğu yerinde varlığını sürdürmüş olan tandır evleri, ekmeğin yapıldığı yer (özellikle de yufka ekmeği) olmasının yanı sıra sosyalleşmenin yaşandığı, birlikte ortaklaşa imece yaşamın devam ettirildiği çok önemli toplanma mekânları olmuştur. Tandır, bir nevi fırın özelliğinde olan bir yerdir. Ekmeğin ya da yemeğin pişirildiği yer aynı zamanda ‘Ocak’ olarak da tabir edildiğinden “Ocak, her şeyin başı-başladığı öğretinin verildiği bir yerdir. Bu bakımdan Anadolu kültüründe Ocak kavramı her zaman kutsaldır ve ocağa büyük saygı duyulmaktadır. 

Sulucakarahöyük kazılarından çıkarılmış değirmen (Aş Evi önünde sergilenmektedir.)

Seyyah Mme B.Chantre’nin 1893 yılında Hacı Bektaş Veli Dergahı’nı ziyaretlerinde fırınla ilgili tanık olduğu bir izlenimini aktaracak olursak;

“Suyu bol bir çeşme, su gereksinimini karşılıyor. Rehberlerimiz tüm Anadolu’da büyüklüğü ve üretimiyle ünlü mutfak ve fırın gezisini sona bıraktılar. Ünlü olmakla haklı. Fırın, çok büyük ve kubbeli bir salon. Burada yılın her günü 1.000 küçük ekmek pişiyor. Bu küçük ekmekler gelen gidene, ziyaretçilere, tekkeye düzenli olarak gelen dilencilere veriliyor. Tadı çok güzel olan bu ekmekten bize de çok sayı da verdiler. Hiçbir şey bizi bu kadar mutlu edemezdi, çünkü epeydir mis kokulu güzel bir ekmek yemeyi unutmuştuk.”

 “Adem oldum durmadım, nefsin boynun urmadım

Yanıldım buğday yedim cennetten çıkıp geldim.”

(Yunus Emre).

Alevi-Bektaşiler, ekmeğe o kadar kutsal bir anlam yüklemişlerdir ki, Cem törenlerinin yapıldığı Meydan Evi’nde yer alan postlar içinde ekmeğe olan saygıdan dolayı Ekmek Evi postu’na da yer vermişlerdir. Meydan Evi’nin ana mekanına girildiğinde burada yer alan 12 post içerisinde makam sırasına göre, Horasan postu ve Aşçı postundan sonra gelen üçüncü post, Ekmek Evi postudur ve postun makam sahibi de ‘Balım Sultan Hazretleri’dir.

Bektaşilikte, ekmeğe ve Ekmekçi postuna İkrar törenlerinde de yer verilmiş ve büyük bir kutsallık atfedilmiştir. İkrar töreninde (Ayn-ül Cem) onuncu erkân; Rehberin, Talibe Makamları Göstermesi erkânıdır ve bu erkanın, dördüncü makamını Ekmekçi postu ve onun tanıtılması oluşturmaktadır. Rehber, Talibi gezdirdiği ilk üç makamdan sonra onu dördüncü makam olan Ekmekçi postuna götürür. Bu makamda Rehber, Talibe şöyle der:

“Ey Tanrı Güzelliğini görme isteklisi! Erenler Meydanında bu durağa Ekmekçi Postu derler. Burada erenlerin ekmeği pişer. Onunla doyulup, Allah erenler övülür. İmam Hüseyin efendimizin durağı ve Balım Sultan efendimizin vardığı yerdir. Hakikate eriştirici duraktır. Niyaz et!”

Hoca Ahmed Yesevi’nin yetkinliğinin sınanması için diğer halifelik nişanları dururken sofranın bir imtihan vesilesi olarak seçilmiş olması, sofra sembolünün önemini, sofraya ve mihmandarlığa verilen değeri gözler önüne sermektedir. Hoca Ahmed Yesevi’nin sofrayı açıp iktidarını ispatlamasından sonra ekmek paylaştırması da tasavvuf düşüncesinde sembolik açıdan önemlidir. Ekmeğin simgesel önemi, Türk kültüründe ve Bektaşi tekkesinde bariz bir şekilde kendini gösterir. Hürmet gösterilmesi gereken kutsal yiyecek olarak ekmek, sadakatin ve bağlılığın simgesi olarak kabul edilmiştir. Kendilerine verilen ekmeği yiyenlerin, ekmeği veren kişiyle şahsi bir bağ kurması beklenmiş ve “tuz ekmek hakkı” deyişi Osmanlı metinlerinde bu kavramı ifade etmek için kullanılmıştır.

Anadolu kadını ekmek yapmaya başlamadan önce yoğurduğu hamura elini basarak “Bu benim elim değil, Fatma Ana’nın elidir!” diyerek ekmeğe-buğdaya her zaman saygı göstermektedir. Fatma Ana’nın ekmeğe bereket getireceği inancının ekmeğe atfedilen kutsallığı vurgulaması da oldukça önemlidir.

“Artsın, eksilmesin! Taşsın, dökülmesin! (Hacı Bektaş Veli)

Hacı Bektaş Veli’nin “Kadıncık Ana” ile tanışmasında da “ekmek motifi” büyük önem teşkil eder. Hacı Bektaş Veli Hazretleri’nin Sulucakarahöyük’e geldiğinde Kadıncık Ana’nın elinden ekmek alması, sonra Kadıncık Ana’nın evine döndüğünde kalan azıcık ekmeğinin artması, Anadolu insanının her daim sofrasını misafire açmasını, misafirine yoklukta dahi ekmeğini sunmasını ve sofrasından ekmeğini hiç eksik etmemesini vurgulamaktadır.

“Türk geleneğinde ekmek o kadar gerekli bir besindir ki, diğer yemekler adeta ekmeğin yardımcı unsuru olarak görülmüştür ve “yemek yemek” yerine  “ekmek yemek” tabiri kullanılmıştır.”

Hacı Bektaş Veli’nin Vilayet-name adlı eserinde buğday ve ekmek ile ilgili birçok rivayeti bulunmaktadır. Vilayetnamede Hacı Bektaş Veli ile Yunus Emre arasında geçen himmet (buğday) –nefes’ rivayeti;

“Hacı Bektaş’ın şöhreti her yana yayıldı, her taraftan, mürit, muhip gelmeye başladı. Sivrihisar’ın güneyinde Sarıgök derler, bir köy vardı. O köyde doğmuş Yunus Emre adlı biri vardı. Yunus, ekincilik ile geçinen, yoksul bir adamdı. Bir yıl kıtlık olmuştu, ekin bitmemişti. Hacı Bektaş’ın vasfını o da duymuştu. Gideyim, biraz bir şey isteyim dedi. Bir öküze alıç yükledi, vara vara Karahöyük’e geldi. Hünkâr’a; yoksul bir adamım, ekinimden bir şey alamadım, yemişimi alın, karşılığını lütfedin ehlimle, ayalimle aşkınıza yiyeyim dedi. Hünkâr emretti, alıcı yediler. Bir iki gün sonra Yunus, memleketine dönmeyi kararlaştırdı. Hünkâr, bir derviş gönderdi, sorun dedi, buğday mı verelim nefes mi? Yunus’a sordular! Yunus, ben nefesi ne yapayım, bana buğday gerek dedi.

Hünkâr’a durumu bildirdiler. Buyurdu ki; her alıcın çekirdeği başına on nefes verelim. Yunus’a bunu söylediler. Yunus, ehlim var, ayalim var, bana buğday gerek dedi. Bunun üzerine öküzüne buğday yüklediler, yola düştü. Fakat köyün aşağısına gelince hamamın öte yanındaki yokuşu çıkar çıkmaz ne olmayacak iş ettim ben dedi, vilayet erine vardım, bana nasip sundu, her alıcın çekirdeği başına on nefes verdi, kabul etmedim, verilen buğday birkaç gün yenir, biter. Bu yüzden o nasiplerden mahrum kaldım. Döneyim tekrar varayım, belki gene himmet eder. Bu fikirle dönüp, tekrar tekkeye geldi. Buğdayı indir, erenler dedi, bana himmet ettiği nasibi versin, buğday gerekmez bana. Halifeler gidip, Hünkâr’a bildirdiler. Hünkâr, o iş bundan böyle olmaz, o kilidin anahtarını Tapduk Emre’ye sunduk. O’na gitsin, nasibini ondan alsın dedi. Halifeler, Hünkâr’ın sözünü Yunus Emre’ye söylediler. O da Tapduk Emre’ye gitti, Hünkâr’ın selamını söyledi, olanı biteni anlattı. Tapduk, selamı aldı, halin bize malum oldu, hizmet et, emek ver, nasibini al dedi. Yunus, Tapduk Emre’nin tekkesine odun çeker, yaş ağaç kesmez, eğri odun getirmezdi. Kırk yıl hizmet etti.

Günün birinde Tapduk Emre’ye bir neşe geldi. Meclisinde Yunus-ı Güyende adında bir şair vardı, ona söyle dedi. O söylemedi. Tapduk, Yunus dedi, sohbet et, şevkimiz var işitelim. Yunus gene söylemedi. Bu sefer Tapduk, Yunus Emre’ye döndü, Hünkâr’ın nefesi yerine geldi, vakti tam oldu, o hazinenin kilidini açtık, nasibini verdik, hadi söyle dedi. Hemen, Yunus Emre’nin gözünden bir perde kalktı, söylemeye başladı. Söylediği nefesler, büyük bir divan oldu.

Buğday şeklinde taşlar. Bu konuda, Hacı Bektaş Veli Vilayetname’sinde bir rivayet bulunmaktadır.

Yufka ve lavaş ekmeği, 2016 yılında “UNESCO’nun Türkiye’nin Somut Olmayan Kültürel Miras Listesi”ne dahil ettiği temel besin maddeleridir.

Yufka ekmeği

İnsan, yaşamını devam ettirebilmesi için temel besin maddelerine ihtiyaç duymuş, en önemli besin maddesi gereksinimini de buğdaydan sağlamıştır. Buğdayın öğütülmesi sonucu elde edilen undan, ekmek yapılmaya başlanmasıyla birlikte “değirmen-insan” ilişkisi ortaya çıkmış ve bu birliktelik günümüze kadar devam etmiştir. 1920-1930’lu yıllar arasında yapıldığı tahmin edilen “Hacıbektaş Yel Değirmeni” de insan yaşamında ekmeğin elde edilmesi için çok önemli bir işlevi yerine getirmiştir. Bir görüşe göre, Hacıbektaş Yel değirmeni, 17. yüzyılda yaptırılmış ve 1954 yılına kadar hizmet vermiştir. Değirmenin günde yirmi çuval un yapma kapasitesi olduğu ve Hacı Bektaş Veli Dergâhı’nın un ihtiyacını karşılamak için yaptırıldığı tahmin edilmektedir.

“Hacıbektaş Yel Değirmeni, HAYAD (Hacıbektaş Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma ve Yaşatma Derneği) projesidir. Sırrı&Nilgün BEKTAŞ sponsorluğunda HAYAD ile Hacıbektaş Belediye Başkanlığı’nca 2019 yılında hayata geçirilmiş ve restorasyon-rölöve-rekonstrüksiyon projeleri dahilinde 2020 yılında restorasyon ve çevre düzenlemesi tamamlanmıştır.”

“Hacıbektaş Yel Değirmeni, 2021 yılında ziyarete açılacaktır.